22 Şubat 2013 Cuma

Boston'a Yakın Yerler: Elma Toplama (Apple Picking)

Geçen Ekim ayının bir hafta sonunda bugün nereye gidelim diye eşimle birbirimize sorduğumuzda aklımıza ilk gelen yer daha önce de gitmeyi düşündüğümüz yakınlardaki hobi amaçlı elma toplama çiftliklerinden birisi oldu.

Bulunduğumuz şehrin yaklaşık 15 mil batısında olan bu yer Honey Pot Hill Orchards adında özel bir çiftlik. Bu çiftlik daha çok hobi ve eğlence amaçlı olarak dizayn edilmiş. İçinde mevsimine göre kabak ve elma toplayacağınız çok geniş ağaçlık bir alan, yerel ürünlerin satıldığı bir dükkan, ufak bir hayvanat bahçesi ve ağaçlardan yapılmış eğlence labirenti var. Çiftliğe giriş ücreti olarak küçük yada büyük kağıttan çantalar için belirlenen bedelleri ödemek gerekiyor. Verilen bu poşetleri kendi ellerinizle topladığınız elmalarla doldurabiliyorsunuz...



Çiftliğin girişindeki bu seyyar ATM ilginç bir görüntü oluşturuyor
Çiftlik biz modern şehir insanları için nefes almak, doğayı deneyimlemek için güzel bir fırsat. Çok güzel bir model işletme olmuş, oldukça başarılı bir fikir ve uygulama. Biz de bu fırsatı değerlendirip her bir ağaca dayanmış merdivenlere çıkarak dalından elmalarımızı topladık. Gittiğimiz dönem itibariyle enaz beş altı çeşit elma dallardaydı.

Çiftliğin bulunduğu alan ve elma bahçeleri
Çiftliğin içinde traktörlerle çekilen özel araçlar sürekli ring yapıyor. Biz de bu araçlara binerek çiftlik içinde elmaları toplayacağımız bölgeye kadar gittik. Elma ağaçları arasındaki bu gezinti de oldukça keyifliydi.



İşte çiflikten diğer kareler...



 


 



Çiftliğin içindeki eğlence amaçlı oluşturulmuş labirentlerden birisi. Fotoğrafladığımız küçük olanı, yazın açılan bunun çok daha büyük olanı varmış

17 Şubat 2013 Pazar

Philedelphia

Philadelphia ABD'de ikinci kez gittiğimiz şehirlerden birisi. İlk gezimizi Aralık 2011 de yapmıştık. Bu tarihten yaklaşık bir yıl sonra tekrar Philly'deyiz. Bu kez ilk geziden eksik kalan yerlere öncelik veriyoruz. Gezimize bu şehirde yaşayan arkadaşımızın evinde yaptığımız güzel bir kahvaltı ile başlıyoruz. Ardından hafiften atıştırmaya başlayan karın daha da hızlanmasını beklemeden ilk durağımız olan müzeler bölgesine geçiyoruz. Bu bölgede birbirine yakın mesafede bir çok müze bulunuyor. Bunlardan bizim listeye aldıklarımız; Philadelphia Museum of Art ve Rodin Museum.
Philadelphia Museum of Art
Amerikadaki en büyük sanat müzelerinden birisi olan Philadelphia sanat müzesi içinde 227 binden fazla eseri barındırıyor. Müze binası şehrin hakim bir noktasına inşa edilmiş. Müzeye girebilmek için epey bir merdiven çıkmak gerekiyor. Saymadık ama 72 basamaktan oluşuyormuş. Müzenin girişine kadar çıkan bu merdivenler Oscar ödüllü Rocky ve serinin diğer dört filminde Rocky'nin tırmandığı merdivenlermiş. Bu yüzden bu taş merdivenlere "Rocky Steps" adını vermişler. Merdivenlerin hemen başında Rocky'nin bronz bir heykeli de dikilmiş. Heykel gelen turistlerin hatıra fotoğrafı çektirdikleri önemli mekanlardan olmuş. Rocky ile fotoğraf çektirdikten sonra merdivenleri Rockyi taklit ederek tırmanmaya çalışmak da buraya özgü bir eğlence sanırım.
Müze önündeki Rocky heykeli
Müzeye çıkan merdivenlerin üstünden durup Benjamin Franklin Parkway (Bayraklı Cadde) ve City Hall'ü seyretmek ve sırtını burya verip bir hatıra fotoğrafı çektirmek de  bu gezinin önemli rutinlerinden birisi olsa gerek.
 
Philadelphia sanat müzesi merdivenlerinden Benjamin Franklin caddesi ve arkada City Hall 

 
Benjamin Franklin caddesi
Philadelphia sanat müzesi gezimizden sonra ikinci durağımız bayraklı caddeden ilerleyerek gittiğimiz Rodin Müzesi oldu. Ufak ama bahçesiyle birlikte oldukça zarif bir müze burası. Müze 1929'da Jules E. Mastbaum tarafından kurulmuş ve şehre hediye edilmiş.
 
 
Müze ünlü Fransız heykeltıraş Auguste Rodin'in bir çok heykeline ev sahipliği yapıyor. Bunlardan en önemlisi, meşhuru ve şehrin önemli ikonlarından birisi olmuş olan "Düşünen Adam" heykelidir.   
 
Philadelphia'ya gelmeden önce izlediğimiz bir belgesel bu şehirde görmek istediğimiz üçüncü müzenin de gerekçesi oldu. Belgesel genel olarak 1872'de Philadelphia'da doğmuş Albert Coombs Barnes'ın yaşam öyküsünü ve özel olark da onun topladığı ünlü sanat eserleri ve bunların akıbeti ile ilgiliydi. Orta sınıf bir ailenin çocuğu olan Barnes, bebek körlüğünün önlenmesine yönelik tedavilerde kullanılan bir ilacın geliştirici olan bir doktordur. Bu buluşu ona büyük servetler kazandırmış. Kazandığı bu servetini sanat kolleksiyonu yapmaya harcmış ve özellikle kendi çağdaşları olan ve sonrasında modern dönem resim tarihi içinde ikon kabul edilecek (Cezanne, Matisse, Picasso gibi) bir çok sanatçının eserini kolleksiyonuna katmış. Öte yandan onun dönemi içindeki aykırı kimliği muhafazakar Amerikalılar arasında tepki çekmiş. Hatta bu tepki belgesele göre Barnes ve muhalifleri arasında ciddi çekişmelere de sahne olmuş. Hikaye uzun. Barnes aynı zamanda eğitim ve güzel sanatların gelişimi konusunda çalışmak üzere bir de vakıf kurmuş. Müze bu vakıf tarafından idaere ediliyor. Gel gör ki müzeyi ziyaretimiz mümkün olmadı. Gittiğimiz gün müze "özel bir olay" nedeniyle sadece davetlilere açıkmış. Sonradan broşürlerden de anladığımız kadarıyla sanki Barnes' in vasiyetinin aksine müze biraz elitist bir çevrenin buluşma mekanına dönüşmüş.
Müze gezilerimizi tamamladıktan sonra dünyanın en meşhur vergi kaçakçısı Al Capon'un da hapis yattığı tarihi hapishane binasını gezmeye gittik. Bu gezimizden sonra daha önce adını sadece vergi kaçakçısı olarak bildiğimiz bu adamın ilginç hayat hikayesini de okuduk. Sicilyalı bu adamın hikayesi konu olan bir de film seyrettik. Al Capon'u Robert De Niro'nun canlandırdığı  The Untouchables  filmi çok da başarılı olmayan bir senaryoya rağmen Al Capone ve dönemine ilişkin fikir vermesi açısından güzeldi.

Zamanında dünyanın en meşhur hapishanesi olan Eastern State Penitentiary bugün harap vaziyette de olsa müze olarak hizmet veriyor. Hapishanenin tamamını gezme şansımız olmasa da oradan aldığımız bir kaç kare...


 
Philadelphia'daki gezimizi tamamlayıp Wahington DC'ye doğru giderken yolumuzu Amişlerin yoğun yaşadıkları Pensilvanya'nın Lancester şehrinden geçirmeye akarar verdik. Mevsim ve yola çıkış saatimizin çok kötü bir seçim olduğunu bilmemize rağmen en azından hiç görmemekten iyidir düşüncesiyle yola koyulduk. Bir taraftan yağan kar diğer taraftan ağır akan trafik Philadelpiha'dan bir saatte varmayı planladığımız yolculuğumuzu uzattı. GPS'den Amish Village olarak işaretlediğimiz noktaya vardığımızda akşam beş sularıydı. Amish Village olarak işaretlediğimiz yer meğer ticari amaçla kurgulanmış etrafı çevrili içinde kola makinalarının bile olduğu "modern" bir garabet olduğunu farkedince mekanın kapanmış olmasına üzülmedik.
Buradan ayrılıp yolumuza devam ederken yol üstünde Amishlerin yaşamlarına dair arabadan da olsa bir kaç kare yakalayabildik.İşte onlardan bir kaçı...
 
Lancester Country, Pensilvanya'dan bir yol manzara

Lancester Country, Pensilvanya'dan bir yol manzara

8 Şubat 2013 Cuma

Washington, DC

Geçen sene road trip şeklinde yaptığımız gezimizin duraklarından birisi de başkent Washington DC'ydi. DC'ye geçen ay tekrar gitme şansı bulduk. İlk gezimize ilişkin notlarımı paylaştığım 1 Ekim 2012 tarihli yazımı DC'ye bir kere daha gitmemiz gerektiğini söyleyerek bitirmiştim. Hatta bu yazıda gezemediğimiz, eksik kalan yerler için bir liste bile vermiştim. Şimdi öncelik bu listede.

İlk gezimizde Capitol Hill'in bulunduğu alanı fazlaca gezememiştik. Bu yüzden ikinci gezimizde ilk durağımız Kongre binası (US Capitol), Kongre kütüphanesi (Library of Congress), Anayasa Mahkemesi (The Supreme Court) ve diğer federal binaların bulunduğu Capitol Hill bölgesi oldu.

Beyaz kubbesiyle ABD'nin sembol binalarından olan US Capitol, yasama faaliyetlerinin yapıldığı Kongre binasıdır. Bizdeki karşılığı ile Meclis binası.

US Capitol
Geçen seneki gezimizde Capitol'ü sadece Mall'a bakan cephesinden görmüş, müze gezilerine öncelik verdiğimizden binanın arka tarafına geçememiştik. ABD başkanlarının göreve başlamadan önce halkın önünde yemin ettiği ve konuşma yaptığı kısım da ön cephede bulunan balkondur.
Kongre binası önünde hatıra fotoğraflarımızı çektirdikten sonra kalttan bir tünelle de birbirine bağlı bulunan Kongre kütüphanesine geçtik. Amerikan filmlerinden de aşina olduğumuz geniş kubbeli süslü bu kütüphane binası gerçekten de etkileyeci bir tasarıma sahip. Önceden yapılmış başvuruyla ve ancak araştırmacıların girebildiği bu kütüphane içinde kısa bir tur yaptık. Geniş kubbeli okuma salonunu ancak ikinci katta ziyaretçiler için ayrılmış ufak bir odadan görmek mümkün olabiliyor.

ABD Kongre Kütüphanesi

Kongre Kütüphanesi okuma salonu
Kütüphane binası içinde sürekli ve geçici sergiler de bulunuyor. Bu sergilerde kütüphane koleksiyonunda bulunan nadir eserler çeşitli konseptlerde sergileniyormuş. Kütüphane binası içinde turistler için ayrılmış sınırlı alanlar içindeki gezimizi tamamladıktan sonra Kütüphane ile Kongre binasını bağlayan tüneli kullanarak Kongre binasının ziyaretçi giriş kısmına geçtik. Buradaki uzun sıralar gözümüzü korkuttuğundan beklemek istemedik ve tura katılmadık.

Washington DC başkent olmasının yanısıra müzeler şehri de. Tabi bu başkent olmasının da bir sonucu. National Mall olarak adlandırılan Kongre Binasından Lincoln anıtına kadar alanın her iki tarafı müzelerle dolu. Bu gezimizde daha önceki gezimizde gidemediğimiz ve bu sefer listemize aldığımız iki müze vardı. Bunlardan ilki Amerikan  Indian müzesi. Müze hem bina mimarisi hem de içindeki sunum şekliyle oldukça başarılı. Müze gezisine Amerikan Yerlileri hakkında hazırlanmış kısa bir belgesel izletisiyle başlanıyor. Gezimizin sonunda güneyi ve kuzeyi ile kocaman bir kıtaya dağılmış Amerikan yerlileri hakkında ne kadar az, eksik ve toptancı bilgilere sahip olduğumuzu anladık. Kıtanın en güney ucunda yaşayanı da Alaska'da yaşayanı da "native american" olarak tek başlığa indirgemenin onların kültürel zenginliklerini, farklılıklarını ve çeşitliliklerini gözden kaçırma riski çok yüksek. Müzede kıtanın farklı noktalarında yaşamış yerlilerin sosyal ve kültürel yaşamların o insanlara ait eşyalar ve onların dilinden anlatımlarla sunulmuş. Müzede dikkatimizi çeken bir başka güzel uygulama ise müzenin girişinde amerikan yerlilerinin onlarca çeşit geleneksel yemeklerinin servis edildiği restaurantların olmasıydı.

Amerikan Indian müzesinden bir vitrin
Müzedeki bir sergi de oldukça dikkat çekiciydi.  "A song Horse Nation" başlıklı süreli sergi Amerika Yerlilerinin atlarla olan serüvenini konu alıyordu. Belleklerimizde atın kıtaya ilk olarak Avrupalılar aracılığıyla getirildiği şeklindeki bilgi meğer yanlışmış. Sergi broşürüne göre atların ana vatanı yani ilk görüldüğü yer yaklaşık kırk milyon yıl önce Amerika kıtasıymış. Asya ve Avrupaya yayılmasından yaklaşık on bin yıl önce anavatında soyu tükenen atlar kıtaya ancak 1493 Avrupalılarla tekrar giriş yapabilmiş. Amerikan yerlileri atlar üstündeki Avrupalıları ilk gördüklerinde bu canlılardan çok ürkmüşler.

İkinci olarak gördüğümüz müze Ulusal Uzay ve Havacılık müzesi. Uzay ve havacılığın tarihi ve gelişimi hakkında dünyanın en büyük ve popüler müzesi. Bir müze içinde görmeyi hayal edemeyeceğimiz türden şeyleri görmek bizi gerçekten şaşırttı. Müze gezisinden sonra Amerikalıların uzayla olan maceralarını, Amerikalı çocukların hayal dünyalarını biraz daha anladık galiba... Müzede neler görmedik ki; Wright kardeşlerin ilk uçma denemelerini yaptıkları uçaktan günümüüzn insansız uçaklarına, füzelerden, ikinci dünya savaşında kullanılan uçaklara, uzay mekiklerinden gerçek astronat kıyafetlerine kadar bir çok şey..Bizi en çok şaşırtan, gerçek bir uzay kapsülünün içini, orada olağan hayatlarını sürdürmek durumunda kalan astranotların yaşam alanlarını görmek oldu.





Washinton DC deki ikinci günümüze Georgetown üniversitesini gezerek başladık. Burada okuyan bir arkadaşımız bize kampüsü gezdirirken üniversiteyle ilgili ilginç bilgiler de verdi. 1789 yılında kurulmuş bu üniversite Amrikanın en eski katolik okuluymuş. Okul dini geleneklerini bugün hala koruyormuş. Üniversitenin akademik yıl açılışında dini formda törenler düzenlenip dualar ediliyor katolik öğrenciler kutsanıyormuş. Burası Boston College'den sonra  dini geleneğini hem fiziki hem de ritüel anlamda sürdüren gördüğümüz ikinci üniversite oldu.

Üniversitenin rektörlük binasının girişinde başlıca dinlerin temsilcilerine oda tahsis edilmiş olmasını görmek bizi ayrıca şaşırttı. Aşağıdaki fotoğrafta koridorun sağındaki odalar imam, papaz ve rabbi için ayrılmış özel odalar.



Washington DC de sevdiğimiz semtlerden birisi de Georgetown. Daha önceki gezimizde de uğradığımız bu bölge kendine has mimari yapıdaki evleri, canlı ve renkli sokakları, cafeleri ve de artık yemeden dönülmeyecek cupcakecileri ile oldukça hoş bir bölge. Biz de geleneğe uyduk ve sırayla içeri alınan capcakeciden keklerimizi alıp yakındaki bir kafe de kahve eşliğinde tadına baktık.
Georgetown'dan bir güzel sokak...

Washington DC çevresinde hoşumuza giden bir diğer yer Virginia eyalet sınırları içerisinde kalan Historic Alexander bölgesi oldu. Uzun bir cadde üzerinde yer alan butik mağazalar, kafeler, galeriler, restaurantlar ile oldukça canlı ve renkli bir semt burası. Semtin tarihi yapısı oldukça güzel korunmuş. Birbirinden estetik ve güzel eski evleri burada görmek mümkün.